26 Ocak 2011 Çarşamba

Göksel - Günün Birinde

Taşındık! Hepinizi bekliyoruz yeni adresimize: Her Şarkı Bir Anı

Patara’nın uçsuz bucaksız, bembeyaz kumsalında ilk öğleden sonramızı geçirmişiz. Üstüne ailecek güzel birer uyku çekmişiz. Şimdi otelin verandasında oturuyoruz. Kardeşimle annem çay yudumluyor, babamla ben birer bira. Sessiz bir çember kurmuşuz, keyifle akşam yemeği saatini bekliyoruz. Yüzümde bir gülümseme, biraz buruk. Biliyorum ki çekirdek ailemizin son tatili bu. Kardeşim bir süredir biriyle çıkıyor ve işler ciddi.

Annem soruyor bana: “Nasıl geçti İstanbul?”. Annemle babam Patara’ya bizden önce geldiler. Ben Amerika’dan direk İstanbul’a indim, orda bir arkadaşımda kaldım birkaç gün. Dün sabah da kardeşim geldi İstanbul’a, erkek arkadaşıyla. Müstakbel damatla ilk tanışmanın gerginliğini bir yana bırakırsak, olaysız bir gün geçirdik hep birlikte. “Güzeldi, çok iyiydi hava” diyorum anneme kısaca. İstediği detaylı karşılığı alamamış olmasına hayıflanarak çayından bir yudum daha alıyor annem. Kardeşim gözleriyle teşekkür ediyor, özlü cevabıma. Annem üsteliyor “Güzel geçti mi gününüz?”. “Kardeşimle beraberdim, daha ne olsun” diyorum. Biramı tepeme dikiyorum.

Biraz Kadıköy, biraz Taksim gezdik İstanbul’da tüm gün. Günün sonunda önce erkek arkadaşını otobüse bindirip Ankara’ya yolculadık. Sonra da ikimiz bir gece yarısı otobüsüyle Antalya’ya yola çıktık. Sormadı bana, “nasıl buldun benimkini?” demedi. Ben de birşey söylemeye gerek duymadım. Onun mutlu olmasını istiyordum. Mutlu görünüyordu. Bu da bana yeterdi. Otobüs son model, komforluydu. Bölük pörçük olsa da sabaha kadar uyuduk.

Sabahın çok erken saatlerinde Antalya’ya geldik. Güneş doğmuş, etraf kavrulmaya başlamıştı bile. Birer simit, birer çay alıp Kalkan’a nasıl gideceğimizi çözmeye uğraştık, üzerimizde yoğun bir yol ve sabah sersemliği. Otogarda bir aşağı bir yukarı dolaştıktan sonra bulduk Kalkan’a giden bir şirket. Eski püskü görünümlü, yerli, yabancı turistlerle dolu bir midibüs. Attan inip, eşeğe binmek gibi geldi, gece yolculuğunun rahatı üzerine. Allah’tan kliması vardı…

Kalkan yolu yılan gibi. Uzadıkça uzadı, bitmek bilmedi. Üstelik bir ara bir yokuşu çıkarken midibüsün motoru arızalandı, en az yarım saat durmak zorunda kaldık. Herkeste bir huzursuzluk. Kardeşimle birbirimize baktık, “Bu uzun süreceğe benzer” dedim ben “adam asmaca oynayalım”. Önce biraz yürüyüp bacaklarımızın uyuşuğunu açtık, sonra bir ağaç gölgesine oturduk, elimizde kağıt kalem. Sanatçı isimleri kullanarak adam asmaca. Bir ben sordum, bir o. Enrico Macias’lar, Yildiz Tilbe’ler. Birbirimizi öyle iyi tanıyoruz ki, bir iki harf çıkar çıkmaz biliverdi biri, diğerinin kimi seçtiğini. Son etapta ben şaşırttım onu, sanatçı olmayan birşey sorarak. On kadar sessiz harften sonra görünen yalnızca:
“S _ _ _       _ _ K       S _ _ _ Y _ R _ M”.
Kardeşim uzun uzun baktı boş çizgilere, sonra elimi tuttu: “Ben de seni, abicim”. Gülüştük, ferahladık.

“Yolculuk da çok rahattı” diyorum anneme. Annem sıkılmış bu kaçamak cevaplardan. Bir çay daha ısmarlasam mı dercesine bardağına göz dikmişken, bi bakıyoruz: saat yedi, otelin yemek vakti. Kalkıp hep beraber yemek salonuna gidiyoruz. Aman, aman! Herşey pek leziz görünüyor. Özellikle mezeler ve tatlılar. Yok yok! Tabaklarımızı doldurup kuruluyoruz orman manzaralı bir masaya. Patara’da deniz kenarında otel inşaasına izin yok. İyi ki de yok. Yemeklerimizden ilk lokmalarımızı alırken salonu bir elektrosaz sesi kaplıyor. Allah Allah! Etrafta gelin, damat arıyor gözlerim. “Hayırdır, düğün mü var bu akşam?” diye soruyorum tam o sırada masamızda beliren eli su sürahili garsona. “Yok abi, bu Göksel’in son kaseti. Bizim şef garsonun favorisi” diyor.

O akşamdan itibaren günde üç öğün Göksel dinliyoruz. Ayni kasedi, üstüste. Sabahları kalkıyoruz, “günün birinde”. Öglen havuz kenarı, “günün birinde”. Akşam yorgun argın yemek, “günün birinde”. Bir haftalık tatilimizin sonuna doğru epey de sevmeye başlıyorum şarkıları. Zaten ailemle başbaşa olduğum zaman herşey bi başka güzel.

Hiç yorum yok: